Metin Kılıç
1980 yılında Çorum’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Çorum’da tamamladı. 2003 yılında Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Resim Bölümü’nden mezun oldu. Öğrenim gördüğü yıllarda, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin heykel atölyesinde çalışmaya başladı. Mezun olduktan sonrada belediye bünyesinde heykeltıraş olarak çalışmaya devam etti. Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykeller Müzesi’nin çalışmalarına katkı sağladı. Kentin çeşitli yerlerinde heykel çalışmaları bulunmaktadır. 2.kişisel sergisini açan sanatçı, 2016 yılında Fransa Paris Louvre SNBA Carousel Salonu Türk Delegasyonu Salon Sergisi’nde yer aldı. Buna benzer yurt dışında ve yurt içinde bir çok karma sergilere katıldı. 73. Devlet Resim Heykel Yarışması’nda Başarı Ödülü alan sanatçının, yarışmalı sergilerde işleri sergilendi ve dört ödül aldı. Alarm Art sanat grubunun üyesi olarak Eskişehir’de ki atölyesinde çalışmalarına devam etmektedir.
BİR BRONZ SAHTİYAN¹
…
kendine tutkun göllerin o yaman geyiği
gizinin ormanına vardıkça
bize kendini aralayan
avlardan, avcılardan artakalan sahtiyan
…
(Murathan MUNGAN/ Sahtiyan, Ekim 1985)
Av ile avcı yeryüzündeki hatta neredeyse tüm evrendeki yerlerini, koordinatlarını birbirine göre belirler, tanımlar;
ya ondan uzaktır, ya ona yakın;
ya onun iz'indedir, ya da onun giz'inde, gizli'sinde;
ya onun yasaklı bir mevsimindedir, ya da onun müstahkem bir mevkisinde.
Biri olmasa, diğeri madde aleminden silinecekmiş gibi bakışımlıdır varlıkları. O yüzden milyarlarca yıldır ki göğün o seksen sekiz parseli arasından Orion (Avcı) ve Ursa Major (Büyük Ayı) takım yıldızları uzaktan birbirini kezler.
Avcı avının görkemini, yabanıl zekasını, becerisini, onun otlağına, cerenine tutkusunu, sarp doğaya, yoldaş olmayan iklime karşı sabrını, açlığa, kıtlığa olan direncini pek iyi bildiğinden olacak, bir türlü onu kendi ilmiyle tuzakladığına, kendi dayanışması ve gücü ile devirdiğine inanamaz, bu utkuyu kendine yakıştırmaz. O yüzden avcı her tarihte, halkta ve coğrafyada, avın kendisini bile isteye sunduğundan, pususuna bir nedenden göz yumduğundan, nedense avın, kendi varlığında, avcının da hakkı olduğuna kanaat getirip kaçışını ağırdan aldığından,
canını hafife aldığından,
kovalamacada alttan aldığından emindir!
Bilge avcı yengide büyük payeyi ava verir, şükran sunup onun ruhuna yaranır, neredeyse başka avlar için ondan medet umar. Sonra gizleğinden uzanır, yekinir, seğirtir, yarası bir cevahirmiş gibi, bir tutam misk, bir tutam amber solumak için, sarılıp avının boynunu koklar.
Av ile avcı arasında böylesi bir anlaşma varsa, avcıya varlığını layık gören, avın kendisinden başkası değilse, dövülmüş demirden onca teber², obsidyenden kesilmiş onca temren³ yok hükmünde, yalnızca bir aksesuar, doğada sıradan bir dekor mu acaba?
Ne ironiktir ki Orion (Avcı) Takımyıldızı'nın da delici, kesici, doğrayıcı, parçalayıcı, gözdağı verici kılıcını temsil eden kısım (ki adı M42'dir), bir gaz ve toz bulutundan, derişip katılaşmamış yanar döner bir nebuladan ibarettir! Gazdan ve tozdan, sisten ve pustan, plazmadan, neredeyse olmayan bir hançeri savurur durur göğün katlarına Orion...
Sonra O'nun kılıcının altında av ve avcı, yıldızların açıkça seçildiği gecelerden bir gece, alışkın seslerle ve düzenli vuruşlarla, ne çok kez yinelenmiş bir dizi ayinle bir araya gelirler, son kez;
avcı avının yüzünü takınır, onun teleklerini bezenir
avcı avının kokusunu dökünür, onun sahtiyanına bürünür
avcı avının sesini sesler, onun yürüyüşünü adımlar
avcı avının kaçışını koşar, onun korkusunu korkar
avcı avını dillendirir, onun tercümanlığına soyunur
ve bir zaman sonra bu benzeşim, aralarında bir ayrım kalmamacasına tamamlanır,
biri bir an sendeler, ansızın farkına varılan bir koyak gibi, o biri, diğerinin içine düşer, avın varlığı, avcısının varlığına kapaklanır. Zaman bile onların arasında eğilip bükülür, helezonlanır, seker, ileriye ve geriye doğru hamleler yapar, son bir kez akar ve donar. İki'likleri o an havada asılı kalır, bir'leşir, masalsı bir varlığa dönüşürler.
Gılgamış ile boğuşan Endiku ya da İyon Denizi'nde yarı müren bir Siren; Fil başlı Hint tanrısı Ganeş ya da Altay Dağları'nda ejderlerden bir ejder Büke; kadın başlı bir kuş olan Slav Gamayun ya da Nil kıyılarını gözleyen bir Sphinx hep o avcıların tören ateşleri başında belirip, binlerce kıvılcımla patlayıp saçılarak aramıza karıştılar... Arketiplerin kaynadığı bir kazan, iki sevgiliyi, avı ve avcıyı bir alaşımla birleştirip ikisinden de aşkın bir varlığı türeten, tinsel bir madendir avcı ateşi.
Metin Kılıç da, gönlünü metale kaptırmış bir heykeltıraş olarak daima bir alaşımı kollayıp gözlediğinden; geceden, som demirin ve kalayın birbirine bağlanıp sıcak bronz kütleleri ve levhaları halinde soğuduğu bir avcı ateşinin başında oturup bizlere, avcının ve avın bitmeyen telaşından görüntüler yakalamaya çalışıyor. Gündüzleri de sulara, kaynayan, sevinçle köpüren balıklar bırakıyor, bir düş zamanından artırdığı geyiklerini, karacalarını azat ediyor.
Kılıç'ın figürlerinin bir atılımın eşiğinde, bir refleksin kaçınılmazlığında, bir kaçışın arifesinde ve yeşil küf damarlarının kendiliğindenliğiyle kaidelerinde sessiz bekleştiğine aldanmamalı; o geyikler, o karacalar ki içerileri hala ılık, hatta harlı, akışkan ve doğurgan. Öyleyse Kılıç’ın heykelinde bronz, bir başka oluşu gizleyen bir örtü, yalnızca bir sahtiyan.
Erhan LANPİR, Şubat 2018, ESKİŞEHİR